Birimiz Yalan Söylüyor
Birimiz Yalan SöylüyorDikatlice takip ederseniz, belki bu gizemi çözebilirsiniz. Bir pazartesi öğleden sonra, Bayview Lisesi’nin beş öğrencisi cezaya kaldı. Bronwyn, öğrencilerden ZEKİ olanı, Yale Üniversitesi’ne girmek istiyor ve asla kuraları çiğnemiyordu. GÜZEL olan Ady ise mükemel bir mezuniyet balosu prensesiydi. SABIKALI olan Nate, halihazırda uyuşturucu satıcılığından şartlı tahliye edilmişti. SPORCU olan Coper, tüm gözleri üzerinde toplayan bir beyzbol oyuncusuydu. Ve herkes tarafından DIŞLANAN Simon, Bayview Lisesi’nin ünlü dedikodu uygulamasının yaratıcısıydı. Ancak kimse Simon’ın o ceza sınıfında öleceğini tahmin edemezdi. Yapılan soruşturmaya göre Simon’ın ölümü bir kaza değildi. Üstelik polis, Simon’ın diğer dört öğrenci hakında yayınlayacağı dedikoduları eline geçirince hepsi birer cinayet şüphelisi oldu. Peki kim yalan söylüyordu? Herkesin sırları vardır, değil mi? Asıl önemli olan, o sırları korumak için ne kadar ileri gideceğinizdir. Karen M. McManus’ın 2017’de yayımlanan romanı dört genci ve bir ölümü konu alıyor. Okuru heyecan verici ve gizemli bir maceraya sürükleyen Birimiz Yalan Söylüyor, farklı anlatım ve ölümün yaratığı şüphelere yaklaşma tarzıyla dikat çekmekte. Dört öğrenci ve bir ölüm. Şimdi işiniz bağlantıları kurmak. Herkes bu işin içinde mi yoksa birileri herkesi parmağında mı oynatıyor. Öyleyse kuklacı kim? Kukla kim? “Çarpıcı konusu, hızlı ilerleyişi ve ilgi uyandırıcı karakterleri birleşerek heyecan verici, tek seferde bitirilecek bir gerilim meydana getiriyor. ” —The Guardian “McManus bir esrarı nasıl yaratacağını iyi biliyor ama romanın asıl cazibesi, her karakterin çıktığı yolculukta yatıyor. Yazar stereotiplerden ustaca kaçınarak karakterlerine nüanslar eklerken, bir de ara ara ilgi çekici ayrıntıları kurguya yerleştirmeyi başarıyor. Demem o ki çantalarınızda Birimiz Yalan Söylüyor’a yer açın, çünkü bu sürükleyici kitabı elinizden bırakmak istemeyeceksiniz. ” —Entertainment Wekly Birimiz Yalan Söylüyor ön okuma metni: BİRİNCİ KISIM SIMON DİYOR Kİ Birinci Bölüm Bronwyn 24 Eylül Pazartesi, 14. 5 Bir seks kaseti, bir hamilelik korkusu, iki aldatma skandalı. Üstelik bunlar yalnızca bu haftanın gelişmeleri. Eğer Bayview Lisesi’ni, Simon Keleher’in dedikodu uygulaması Dedikodu Kazanı’ndan tanısaydınız, öğrencilerin derse girecek zamanı nasıl bulduğuna şaşardınız. Omzumun üzerinden biri, “O haberler eskidi Bronwyn,” dedi. “Sen bir de yarınkini gör. ” Kahretsin. Dedikodu Kazanı okurken birine yakalanmaktan hiç hoşlanmıyordum, hele de uygulamanın yaratıcısına. Cep telefonumu kaldırıp dolabımın kapısını kapatım. “Yine kimlerin hayatını mahvedeceksin Simon?” Ben çıkış kapısına akın eden öğrencilere doğru yürürken, Simon da bana ayak uydurdu. “Ame hizmeti,” diyerek ilgisizce elini saladı. “Şu özel ders verdiğin çocuk var ya, Regie Crawley? Yatak odasına kamera kurduğunu bilmek istemez miydin?” Yanıt verme zahmetine girmedim. Simon’ın vicdan muhasebesi yapma ihtimali ne kadarsa, benim o esrarkeş Regie Crawley’nin yatak odasına uğrama ihtimalim de o kadardı herhalde. “Hem zaten kendileri kaşınıyorlar. İnsanlar yalan söylemese, birbirini aldatmasa, bana iş düşmezdi. ” Simon’ın uçuk mavi gözleri atığım uzun adımlara takıldı. “Nereye gidiyorsun böyle koştur koştur? Kendini fazladan aldığın derslerin başarısına boğmaya mı?” Keşke. Tam da o sırada alay edercesine telefonum çaldı: Matematik yarışmasına hazırlık, sat üçte, Epoch Cofe. Ardından da takım arkadaşlarımdan birinden mesaj geldi: Evan burada. Tabi ki oradaydı. Sevimli matematik yarışmacısı Evan (bu düşündüğünüz gibi bir oksimoron değil) gelmek için daima benim gelemediğim zamanı buluyordu anlaşılan. “Pek sayılmaz,” dedim. Özelikle son zamanlarda geliştirdiğim genel bir kural uyarınca, Simon’a elimden geldiğince az bilgi vermeye çalışıyordum. Arka merdivenlere çıkmak için, Bayview Lisesi’nin pespaye asıl binası ile havadar ve aydınlık yeni kanadı arasında bir sınır işlevi gören, yeşil metal kapıları itirdik. Her yıl daha fazla sayıda varlıklı aile, San Diego’da yaşam onlara fazla pahalı geldiğinden yirmi beş kilometre doğularındaki Bayview’a geliyor ve ödedikleri vergilerin karşılığında, alçı tavanlı ve çatlak fayanslı okulardan daha iyi bir eğitim merkeziyle karşılaşacaklarını düşünüyorlardı. Bay Avery’nin üçüncü kataki laboratuvarına vardığımda, Simon hâlâ peşimdeydi. Kolarımı kavuşturup hafifçe Simon’a döndüm. “Yapacak işin yok mu senin?” Simon, “Var. Cezaya kalacağım,” dedi ve yoluma devam etmemi bekledi. Ben kapının kulpunu tutunca da bir kahkaha patlatı. “Şaka yapıyorsun. Sen de mi? Suçun ne?” “Haksız yere suçlandım,” diye mırıldanarak kapıyı açtım. İçeride bizden önce gelen üç öğrenci oturuyordu. Durup kimler var diye bakındım. Görmeyi beklediğim bir ekip değildi. Biri hariç. Nate Macauley sandalyesinde kaykılarak bana pis pis sırıtı. “Yolunu mu kaybetin? Burası ceza sınıfı, öğrenci konseyi değil. ” Nate iyi bilirdi tabi. Beşinci sınıftan beri başı beladan kurtulmuyordu. Biz de en son o sıralarda konuşmuştuk. Dönen dedikodulara göre, Bayview polis teşkilatı Nate’i… falanca bir suçtan şartlı tahliye etmişti. Belki alkolü araç kulanmaktan, belki de uyuşturucu satıcılığından. Adı torbacıya çıkmış durumdaydı ama benim bu konudaki bilgim tamamen teorikti. “Yorumunuzu kendinize saklayın. ” Bay Avery elindeki dosyada bir şeyi işaretledikten sonra, Simon’ın arkasından kapıyı kapatı. Arka duvardaki sıra sıra yüksek kemerli pencerelerden, üçgen hüzmeler halinde akşamüstü güneşi vuruyor, aşağıdaki otoparkın arkasındaki sahadan da beli belirsiz futbol antrenmanı sesleri geliyordu. Ben bir sıraya otururken bir parça kâğıdı avucunda beyzbol topu gibi buruşturan Coper Clay, “Ady dikat,” diye fısıldayarak topu karşısındaki kıza atı. Ady Prentis gözlerini kırpıştırıp teredütle gülümserken kâğıt top yere düştü. Duvar sati milim milim üçe yaklaşırken karşı koyamadığım bir haksızlığa uğramışlık hisiyle satin hareketini izledim. Burada bulunmam bir hataydı. Şu an Epoch Cofe’de, bir yandan diferansiyel denklemlere çalışırken, bir yandan da Evan Neiman’a acemice kur yapıyor olmalıydım. Bay Avery hiç soru sormadan, direkt ceza veren tiplerdendi ama belki fikrini değiştirmek için hâlâ zamanım vardı. Boğazımı temizleyerek elimi kaldırmaya davranınca Nate’in pişmiş kele gibi sırıtığını fark etim. “Bay Avery, bulduğunuz telefon benim değildi. Çantama nasıl girmiş bilmiyorum. Benimki bu işte,” diyerek karpuz desenli kılıfının içindeki iPhone’umu saladım. İşin doğrusu, Bay Avery’nin laboratuvarına cep telefonu getirmek için budalanın teki olmanız gerekirdi. Telefon konusunda son derece katı bir tutum içindeydi ve sanki kendisi havalanı güvenlik şefiymiş, bizlerse arananlar listesindeymişiz gibi, her dersinin ilk on dakikasını sırt çantalarımızı eşelemeye ayırırdı. O yüzden telefonumu her zamanki gibi dolabımda bırakmıştım. “Senin de mi?” Ady öyle bir hızla bana döndü ki şampuan reklamlarını andıran sarı saçları omuzlarında savruldu. Buraya tek başına gelmesi için erkek arkadaşını ameliyatla aldırılması gerekmişti kesin. “Benim de değildi. ” “Benimle birlikte üç etik,” diye lafa girdi Coper. Güneyli aksanı yüzünden kulağa öç gibi gelmişti. Coper ile Ady şaşkın şaşkın bakışınca, aynı grupta takılmalarına karşın bunu neden şimdi öğrendiklerini merak etim. Belki de aşırı popüler insanların konuşacak başka bir sürü şeyi vardı da sıra bir türlü haksız yere verilen cezalara gelmiyordu. “Biri bize pusu kurdu!” Dirseklerini masaya dayayarak öne eğilen Simon, zembereğinden boşanıp yeni dedikodunun üzerine fırlamaya hazır bir ok gibi görünüyordu. Boş sınıfın ortasında toplaşan biz dört kişiye teker teker baktıktan sonra, bakışlarını Nate’e çevirdi. “Çoğunun sicili temiz bir grup öğrenciyi kim, ne diye tuzağa düşürüp cezaya göndermek ister ki? Vala, bilemiyorum ama bence böyle bir şeyi yapsa yapsa, tüm zamanını burada geçiren biri eğlenmek için yapmıştır. ” Nate’e baktım ama bir türlü aklımda canlandıramadım. Birini cezaya göndermek için kumpas kurmak bir hayli uğraş gerektirirdi, oysa karmakarışık siyah saçlarından pejmürde deri ceketine kadar, Nate’in her şeyi hiç uğraşamam diye haykırıyordu. Hata haykırırken de esniyordu sanki. Nate bana baktı ama tek kelime etmeden sandalyesinde iyice kaykılmaktan başka bir şey yapmadı. Bir milim daha geri gitse tepe taklak düşecekti. Coper oturduğu yerde doğruldu, Kaptan Amerika çehresi asılmıştı. “Durun bir dakika. Ben bir karışıklık oldu sanmıştım ama aynı şey hepimizin başına geldiyse biri bir eşek şakası yapıyor demek ki. Ben de bu yüzden beyzbol antrenmanımı kaçırıyorum,” dedi. Bunu öyle bir şekilde söylemişti ki duyan, çocuk kalp cerahıydı da hayat kurtaracak bir ameliyata girmesi engeleniyor sanırdı. Bay Avery gözlerini devirdi. “Komplo teorilerinizi başka bir öğretmene saklayın. Ben yemem. Hepiniz derse telefon getirmenin yasak olduğunu bile bile, kuraları ihlal etiniz. ” Simon’a özelikle ters bir bakış atı. Öğretmenler Dedikodu Kazanı uygulamasının varlığını biliyordu ama engelemek için elerinden pek bir şey gelmiyordu. Simon insanlardan söz ederken yalnızca adlarının baş harflerini kulanıyor, okulda da bu konu hakında hiç açık açık konuşmuyordu. “Şimdi beni dinleyin. Dörde kadar buradasınız. Sizlerden, teknolojinin Amerikan liselerini nasıl mahvetiğini anlatan beş yüzer sözcüklük birer kompozisyon yazmanızı istiyorum. Kuralara uymayan, yarın yine cezaya kalır. ” “Neyle yazacağız?” diye sordu Ady. “Burada bilgisayar yok ki. ” Sınıfların çoğunda bilgisayar vardı ama görünüşe göre, emeklilik yaşı on yıl önce gelen Bay Avery ayak diriyordu. Bay Avery, Ady’nin masasına gelerek önündeki çizgili, sarı not defterinin kenarına vurdu. Hepimizin önünde bundan bir tane vardı. “El yazısının büyüsünü keşfedin. Unutulmuş sanatlarımızdan biridir. ” Ady’nin kalp biçimli, güzel yüzünü bir şaşkınlık kapladı. “Ama beş yüz kelimeye ulaştığımızı nasıl anlayacağız ki?” “Sayarak,” diye yanıtladı Bay Avery. Gözleri, hâlâ elimde tutuğum telefona dikiliydi. “Siz de verin şunu Bayan Rojas. ” “Telefonuma ikinci kez el koymanız size hiç tuhaf gelmiyor mu? Kimin iki tane telefonu vardır ki?” diye sordum. Nate öyle kısa ve hızlı sırıtı ki neredeyse fark etmiyordum. “Cidiyim Bay Avery, biri bizimle oyun oynuyor. ” Kar beyaz bıyıkları huzursuzlukla seğiren Bay Avery, uzatığı eliyle işaret eti. “Telefonunuz Bayan Rojas. Tabi buraya tekrar gelmek istemiyorsanız. ” Ben içimi çekerek telefonumu verirken Bay Avery de kınayan bakışlarla diğerlerine baktı. “Bugün sizden aldığım telefonlar masamda duruyor. Cezanız bitikten sonra telefonlarınızı geri alabilirsiniz. ” Ady ile Coper, herhalde gerçek telefonları sırt çantalarında güvende olduğu için, halerinden memnun bir ifadeyle bakıştılar. Bay Avery, telefonumu bir çekmeceye atıktan sonra, masasına oturup kitabını açarak önümüzdeki bir sat boyunca bizi görmezden gelmeye hazırlandı. Çıkardığım kalemi, sarı not defterime vurarak ödev konusunu düşündüm. Acaba Bay Avery teknolojinin gerçekten de okuları mahvetiğine inanıyor muydu? Birkaç kaçak cep telefonu yüzünden böyle idialı bir laf edilir miydi? Belki de bizi deniyordu, düşüncesini onaylamamızı değil de karşı çıkmamızı bekliyordu. Nate’e bir bakış atım, not defterinin üstüne eğilmiş büyük harflerle defalarca bilgisayarlar berbatır, yazıyordu. Galiba buna gereğinden fazla kafa yoruyordum. Coper 24 Eylül Pazartesi, 15. 05 Birkaç dakika içinde elerim ağrımaya başladı. Halim içler acısıydı, en son ne zaman ele bir şey yazdığımı anımsamıyordum. Üstelik sağ elimle yazıyordum, bu da sağ elimi yılardır kulanmama karşın hâlâ bana doğal gelmiyordu. Babam, ikinci sınıfta beni ilk kez atış yaparken gördükten sonra, ısrarla sağ ele yazmayı öğrenmemi istemişti. Sol kolun altın değerinde, demişti. Sol kolunu anlamsız ıvır zıvırlar için kulanma. Ivır zıvır dediği de babama göre atış dışında kalan her şeydi. İşte o sıralar Coperstown’daki beyzbol onur salonuna ithafen bana Coperstown demeye başladı. Sekiz yaşında bir çocuğa baskı uygulamanın keyfi başkadır. Sırt çantasına uzanan Simon, teker teker bütün fermuarları açıp bir şeyler arandı. Çantayı kucağına koyup içine baktı. “Su şişem ne ceheneme giti?” “Konuşmak yok Bay Keleher,” dedi Bay Avery başını kaldırmadan. “Biliyorum ama… su şişem kayıp. Çok da susadım. ” Bay Avery sınıfın arka tarafındaki lavaboyu işaret eti. Lavabonun tezgâhı Beherglaslarla ve petri kutularıyla doluydu. “Gidip için. Ses çıkarmadan. ” Ayağa kalkan Simon, tezgâhtaki bardaklardan birini alıp musluktan su doldurdu. Ardından sırasına dönüp bardağını masasının üstüne koydu ama anlaşılan kafası sistematik bir biçimde yazı yazan Nate’e takılmıştı. “Oğlum,” diyerek, spor ayakabısıyla Nate’ın masasının bacağına vurdu. “Ciden, uyuzluk olsun diye çantamıza o telefonları sen mi koydun?” Bay Avery başını kaldırıp kaşlarını çatı. “Ses çıkarmadan dedim, Bay Keleher. ” Nate arkasına yaslanıp kolarını kavuşturdu. “Neden böyle bir şey yapayım ki?” Simon omuzlarını silkti. “Böyle bir şeyi insan neden yapar ki? Belki de bugün artık cezaya kalacak ne halt etiysen, yalnız olmamak için yapmışsındır. ” “İkinizden biri tek kelime daha ederse yarın da cezaya kalır,” diye uyardı Bay Avery. Simon yine de ağzını açtı ama konuşmaya fırsat bulamadan, önce acı bir tekerlek sesi, ardından da iki arabanın birbirine çarpışı duyuldu. Ady’nin nefesi kesildi, bense sanki biri bana arkadan çarpmış gibi sırama tutundum. Konunun dağılmasına sevinmiş görünen Nate ise ayağa kalkıp pencereye giden ilk kişi oldu. “Okul otoparkında kim kaza yapar ki?” diye sordu. İzin istercesine Bay Avery’ye bakan Bronwyn, Bay Avery masasından kalkınca yerinden kalkıp pencereye yöneldi. Ady de Bronwyn’in peşinden gidince yerimden kalktım. Neler oluyordu anlayalım bari. Ben dışarı bakmak için pervaza yaslanırken, yanıma gelen Simon alaylı bir kahkaha atarak aşağıdaki olayı izledi. Biri eksi püskü ve kırmızı, öteki alelade, gri renkli iki araba dik açıyla çarpışmıştı. Hepimiz sesizce arabalara bakarken, Bay Avery bıkın bıkın içini çekti. “Ben gidip yaralanan var mı bakayım. ” Gözlerini üzerimizde gezdirdikten sonra, Bronwyn’in aramızdaki en sorumluluk sahibi kişi olduğuna karar verdi. “Bayan Rojas, ben dönene kadar sınıfın sesiz kalmasını sağlayın. ” “Tamam,” diyen Bronwyn, Nate’e gergin bir bakış atı. Pencerede kalıp olay yerine baktık. Bay Avery veya başka bir öğretmen daha ortaya çıkamadan, iki araba da motorlarını çalıştırıp otoparktan çıktı. “Tam bir hayal kırıklığı,” dedi Simon. Sırasına dönüp kupasını eline aldı ama oturacağına sınıfın ön tarafına doğru yürüyerek periyodik cetveli gözden geçirmeye koyuldu. Dışarı çıkacakmış gibi koridora meyleti ama sonra bize dönüp kadeh kaldırıyormuşçasına bardağını havaya uzatı. “Su isteyen var mı?” “Ben isterim,” dedi Ady, sırasına oturarak. “Kalk da al o zaman prenses. ” Simon pis pis sırıtı. Ady oturduğu yerde gözlerini devirirken, Simon da Bay Avery’nin masasına yaslandı. “Kelimenin tam anlamıyla, ha? Artık mezunlar günü de bitiğine, neyle oyalanacaksın bakalım? Mezuniyet balosuna da daha çok var. ” Ady bir şey söylemeden bana baktı. Kızı suçlamıyordum. Konu arkadaşlarımız olunca, Simon’ın düşünceleri hemen hiçbir zaman iyi bir yere varmazdı. Popüler olup olmamak umurunda değilmiş gibi davranırdı ama geçen bahar, en sonunda üçüncü sınıf yılsonu balosu komitesine seçildiğinde, burnu havalardaydı. Oy karşılığında birilerinin sırını saklamayı vat etmediği sürece, o komiteye nasıl seçildiğine akıl sır erdiremiyordum. Gerçi geçen haftaki mezunlar günü komitesinde ortalarda gözükmemişti. Ben kral seçilmiştim, o yüzden belki beni de taciz edilecekler listesi midir ne haltır, ona eklemişti. Ady’nin yanına oturarak, “Ne demek istiyorsun Simon?” diye sordum. Ady ile pek yakın sayılmazdık ama kıza karşı bir koruma içgüdüsü duyuyordum. Birinci sınıftan beri en yakın arkadaşımla çıkıyordu, tatlı bir kızdı. Ayrıca Simon gibi yapışkan tiplere hadini bildirebilecek biri değildi. “O bir prenses, sen sporcusun,” dedi. Çenesini önce Bronwyn’e, sonra da Nate’e doğru çevirdi. “Sen zekisin, sen de bir suçlusun. Hepiniz ayaklı gençlik filmi klişelerisiniz. ” “Peki ya sen?” diye sordu Bronwyn. Bir süredir pencerenin kenarında dikilen Bronwyn, şimdi masasına gelip sırasının üstüne oturdu. Bacak bacak üstüne atıp atkuyruğu yaptığı siyah saçlarını omzundan aşağı sarkıtı. Bu yıl kızın üstünde bir tatlılık vardı. Yeni gözlüklerinden miydi acaba? Yoksa uzamış saçlarından mı? Bir anda, şu seksi çalışkan tiplere dönüşüvermişti. “Ben her şeyi bilen tanrısal anlatıcıyım,” dedi Simon. Bronwyn’in kaşları, siyah gözlük çerçevelerinin üstüne yükseldi. “Gençlik filmlerinde böyle bir şey yoktur. ” “Ah, Bronwyn, ah. ” Simon göz kırparak suyunu lıkır lıkır içti. “Ama gerçek hayata vardır. ” Tehdit edermiş gibi bir hali vardı, acaba Brownyn hakında o aptal uygulamasına koyacak bir şey mi öğrenmişti? Nefret ediyordum o zımbırtıdan. Orada neredeyse bütün arkadaşlarım hakında öyle ya da böyle bir şeyler yayınlanmıştı, bazen cidi boyuta sorunlara yol açıyordu. Yakın arkadaşım Luis ile kız arkadaşı, Simon’ın yazdığı bir şey yüzünden ayrılmıştı. Gerçi Luis’in kız arkadaşının kuzeniyle takıldığı yalan değildi ama olsun yani. İle de yayınlanması gerekmiyordu. Koridor dedikodusu yeterince kötüydü zaten. Ayrıca açık konuşmak gerekirse, kafa yorduğu takdirde Simon’ın benim hakımda yazabileceklerini düşündükçe ödüm kopuyordu. Simon suratını ekşiterek bardağını havaya kaldırdı. “Tadı bok gibi. ” Bardağını elinden düşürünce, dram yaratmaya çalıştığını düşünerek gözlerimi devirdim. Simon yere yığıldığında bile, hâlâ dalga geçtiğini düşünüyordum. Fakat derken hırıltılı hırıltılı nefes alıp vermeye başladı. Ayağa fırlayıp Simon’ın yanına ilk giden Bronwyn’di. “Simon,” diyerek, çocuğun omuzlarını sarstı. “İyi misin? Ne oldu? Konuşabiliyor musun?” Sesindeki kaygı, paniğe dönüşünce yerimden fırladım. Fakat benden hızlı davranan Nate, beni iterek geçti ve Bronwyn’in yanına çömeldi. Simon’ın tuğla kırmızısına dönen yüzünü inceleyerek, “İğne,” dedi. “İğnen var mı?” Simon, bir eliyle boğazını kavramış, deliler gibi evet anlamında başını salıyordu. Acil müdahale yapacağını sandığımdan, duvardaki panodan bir topluiğne kaptığım gibi Nate’e uzatmaya kalkıştım. Nate ise bana omuzlarımın üstünde ikinci bir kafa çıkmış gibi baktı. “Adrenalin iğnesi,” diyerek, Simon’ın sırt çantasını aramaya başladı. “Alerjik bir reaksiyon geçiriyor. ” Ayağa kalkan Ady tek kelime etmeden kendisine sarıldı. Bronwyn kıpkırmızı bir yüzle bana döndü. “Ben bir öğretmen bulup acil servisi arayacağım. Sen yanında kal, tamam mı?” Bay Avery’nin çekmecesinden telefonunu kaptığı gibi, koridora koştu. Simon’ın yanı başında diz çöktüm. Gözleri pörtlemiş ve dudakları morarmıştı, boğuluyormuş gibi korkunç sesler çıkarıyordu. Nate, Simon’ın çantasında ne var ne yok yere boşaltıktan sonra kitap, kâğıt ve giysi yığını arasında bir şeyler aradı. “Simon, iğneyi nerede tutuyorsun?” diye sorarak, çantanın küçük ön bölmesini yırtarcasına açtı ama çıkara çıkara iki kalem ile bir anahtarlık çıkardı. Simon’ın konuşacak hali kalmamıştı gerçi. Bir işe yarayacakmış gibi, terlemiş avucumu Simon’ın omzuna koydum. “Bi’ şeyin yok, düzelceksin. Yardım çağırdık. ” Sesimin gitikçe yoğunlaşarak pekmez kıvamına geldiğini duyabiliyordum. Stres altındayken aksanım kendisini beli ederdi. Nate’e dönüp, “Boğulmadına emin misin?” diye sordum. Belki de saçma sapan bir tıbi iğneye değil de Heimlich manevrasına ihtiyacı vardı. Beni duymazdan gelen Nate, Simon’ın boş sırt çantasını bir yana fırlatı. “Hasiktir!” diye bağırarak yumruğunu yere indirdi. “Üstünde mi Simon? Simon!” Simon’ın gözleri yukarı kayarken, Nate çocuğun ceplerini karıştırdı ama buruşmuş bir mendil dışında bir şey bulamadı. Uzaktan ambulans sireni çalarken, Bay Avery ile iki öğretmen, peşlerinde telefonuyla konuşan Bronwyn ile birlikte, sınıfa daldı. Nate, “EpiPen’ini[1] bulamıyoruz,” diye durumu özetleyerek, Simon’ın eşyalarından oluşan yığını işaret eti. Bay Avery korkudan ağzı bir karış açık bir halde, bir saniyeliğine Simon’a baktıktan sonra bana döndü. “Coper, revirde EpiPen vardır. Kolayca görünecek bir şekilde etiketlenmiştir. Çabuk!” Koşarak koridora çıktım. Arkamdaki ayak seslerinin zayıfladığını işiterek, hızlı adımlarla arka merdivenlere ulaşıp kapıyı açtım. Basamakları üçer üçer inerek birinci kata vardıktan sonra, etrafta dolaşan birkaç öğrencinin arasından geçerek revire vardım. Kapı aralıktı ama içeride kimse yoktu. Revir daracık bir yerdi, pencerelerin önünde muayene masası vardı, solumdaysa kocaman gri bir dolap yükseliyordu. Odayı gözden geçirirken, duvara monte edilmiş, kırmızı büyük harflerle bir şeyler yazan iki beyaz kutu gözüme takıldı. Birinde ACİL DURUM DEFİBRİLATÖRÜ, ötekindeyse ACİL DURUM ADRENALİN ENJEKTÖRÜ yazıyordu. İkincisinin mandalını çevirip açtım. İçinde hiçbir şey yoktu. Öteki kutuyu açtım. İçinde üzerinde kalp resmi bulunan, plastik bir aygıt vardı. Adrenalin enjektörü olmadığına emindim, o yüzden gri dolabı karıştırmaya başlayarak bandaj ve aspirin kutularını çıkardım. Aralarında iğneye benzer bir şey göremiyordum. “Coper, buldun mu?” Bay Avery ve Bronwyn ile birlikte laboratuvara giren öğretmelerden biri olan Bayan Grayson, odaya daldı. Soluk soluğa bir halde yan tarafını tutuyordu. Duvara monte edilmiş boş kutuyu işaret etim. “Burada olması gerekiyordu, değil mi? Ama yok. ” “Malzeme dolabına bak,” dedi Bayan Grayson, oysa yere saçılmış bandaj kutularından beli olduğu üzere çoktan bakmıştım. Bir öğretmen daha bize katılınca, gitikçe yaklaşan siren eşliğinde, reviri didik didik aradık. Son dolabı açtığımızda, Bayan Grayson elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. “Coper, git de Bay Avery’ye henüz bir şey bulamadığımızı söyle. Biz Bay Contos ile aramayı sürdürürüz. ” Bay Avery’nin laboratuvarına sağlık ekibiyle aynı anda vardım. Lacivert üniformalı üç sağlık görevlisi gelmişti, ikisi uzun, beyaz bir sedyeyi itiyor, ötekiyse kapının önünde toplaşmış küçük kalabalığı dağıtmak için önden koşturuyordu. Hepsinin girmesini bekledikten sonra, arkalarından içeri daldım. Bay Avery, sarı gömleği dağılmış bir halde kara tahtanın yanına yığılmıştı. “İğneleri bulamadık,” dedim. Sağlık ekibinden biri Simon’ın göğsüne bir iğne sapladı, ardından diğer ikisi çocuğu sedyeye kaldırırken Bay Avery titreyen elini, incecik beyaz saçlarında gezdirdi. “Tanrı bu çocuğun yardımcısı olsun,” diye fısıldadı. Sanırım benden çok kendi kendine konuşuyordu. Yanaklarından yaşlar süzülen Ady, uzaklaşıp bir kenara çekildi. Ben Ady’nin yanına gidip kolumu kızın omzuna atarken, sağlık ekibi Simon’ın sedyesini koridora çıkardı. İçlerinden biri Bay Avery’ye, “Siz de gelebilir misiniz?” diye sordu. Bay Avery başıyla onaylayıp peşlerinden dışarı çıkınca şoka girmiş birkaç öğretmen ve Simon ile birlikte cezaya kalan biz dört öğrenci dışında, sınıf bomboş kaldı. Buraya geleli en fazla on beş dakika olmuştu herhalde ama sanki satler geçmiş gibi geliyordu. “Şimdi iyi midir?” diye sordu Ady boğuk bir sesle. Bronwyn, telefonunu dua etmek için kulanıyormuş gibi avuçlarının arasına kıstırmıştı. Başka öğretmenlerle öğrenciler içeri girmeye başlayınca Nate eleri belinde kapıya baktı. “Dürüst davranacak ve hayır diyeceğim,” dedi.