Barbarosa Denizin Çocukları - Deniz Uzunoğlu
Barbarosa Denizin Çocukları - Deniz Uzunoğlu 15. yüzyılın iki büyük kumandanı Barbaros Hayredin Paşa ve Andrea Doria’nın uzun saçlı kömür gözlü bir kadının aşkı uğruna birbirlerine karşı verdikleri mücadelenin nefes kesen hikâyesi. “Cehenem gibi olmalı aşk… Cehenemi bile yakıp yandıracak bir gönül istemeli… ki o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa, hepsini de yaksın, yandırsın…” Şems-i Tebrizi “Acaba sadece aşk uğruna mıydı hepsi?” diye düşündü Wiliam. Aşk. Bu kadar kudretli olabilir miydi? Aynı denizlerin çocukları bir kadının özgür ruhuna bu kadar tutsak kalabilir miydi? Cervantes’in yılar önce kendisine anlatığı, Hızır ve Andrea’nın hikâyesi aklından çıkmıyordu. Cesaretle delilik arasındaki arafta sıkışıp kalmış yüzyılın en büyük iki komutanı; uzun saçlı, kömür gözlü bir aşk uğruna Akdeniz’i ateşe vermişlerdi. Bu kadar kudretli olmalı mıydı aşk? Gülümsedi Wiliam. Ölmek üzereydi. “Aşk ancak uğruna ömrünü sunduğunda aşk…” diye geçirdi içinden. Arafın ta kendisiydi aşk… “ve aşk… iyi ki vardı.” “Ya tanrılarımız aynıysa?” diye düşündü Cervantes. Nasıl vereceklerdi bütün bunların hesabını? Hristiyanlık uğruna, Kutsal İsa uğruna doğru olduğuna inandığı şeyi yapmıştı. Ta ki kalan tek şövalyenin kendisi olduğunu fark edene kadar. Ta ki tüm bu yaşananların, aslında güç ve varlık için oynanan oyunun birer sahnesi olduğunu anlayana kadar. Tarihin en kanlı deniz savaşlarına katılmış, sol elini kaybetmiş, göğsünden yaralanmıştı. Türk korsanların elinde, esarete geçirmişti ömrünün beş yılını. Savaşın çığlıklarında boğulmuş, kendi sesini duyamaz olmuştu. Oysa şimdi. Etraf ne kadar da sesizdi. Ölmek üzereydi. “Tanrı hepimizi afetsin” diye geçirdi içinden. Yazar Hakında: Deniz Uzunoğlu: 19 Kasım 1981, İzmir “Film yapacağım ben!” diye başladı her şey. Marmara Üniversitesi İdari ve İktisadi Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra, iki yıldır çalışmakta olduğum Ernst & Young’dan ayrılma kararı vermemdeki en büyük sebep, o dönemin Pixar filmleriydi elbete. Yılardır benim bir finansal analist olacağımı düşünen anem ve babamın, benim bu ani ve keskin kariyer hedefi değişiklim karşısında duydukları endişeyi biraz da olsa azaltabilmek adına “Risk almak için daha ne kadar genç olabilirim?” dediğimi hatırlıyorum o zamanlar. Sonradan ortaya çıktı ki, bunun benim genç oluşumla hiçbir alakası yokmuş. Bir şeyi çok istediğim zaman risklerine aldırmamak, “Nasılsa bir yol bulunur” demek, huyumuş meğer benim… Martı Görsel Sanatlar’da çalışmaya başladığım 203 yılından itibaren hiç “pazartesi sendromum” olmadı benim. “Tombik ve B.B”, “Piko’nun Adası”, “Robolab”, “Bekir Tekir ve Kuyruklar” gibi ödül alan onlarca televizyon dizisinin senaristliğini ve sanat yönetmenliğini yaptığım, bu dizilerle MIPCOM, MIPTV, SIGRAPH gibi festivalere katıldığım, çeşitli kurum ve kuruluşların sosyal sorumluluk projeleri, reklam ve tanıtım çalışmaları için üç boyutlu animasyonlar üretiğim, yapay zekâ projeleri ile yurtdışında bir konferanstan öbürüne koşturduğum, web siteleri tasarladığım bir hayatım oldu. Uzun metrajlı bir sinema filmi projesi olarak başlayan, Hızır Reis, Kemal Reis, Turgut Reis, Piri Reis gibi önemli denizcilerin hayatlarını, 15. ve 16. yüzyılarda Akdeniz’in Kuzey Afrika ve Avrupa kıyılarında yaşananları konu alan, “Barbarosa” üçlemesinin ilk kitabını yazmış olmanın verdiği heyecanı ise tarif etmek zor. Filmini seyrederken, de muhtemelen ağlarım zaten mutluluktan.