Anılar… Anılar…
Aile sırları.
Kızlarımın bile bilmediği,
okurlarımın merak etiği,
hüzünlü anılar. Komik anılar.
Çocukluğumun, Cumhuriyet ruhunu
gururla taşıyan Ankara’sı.
Ailede evlenmeler, boşanmalar.
Genç kızlığımın dünya şehri, artık eski
Türk filmlerinde kalmış güzelim İstanbul.
Kolej yıları, arkadaşlar, muziplikler.
Benim evlilik masalım.
Yasemin kokulu sokaklarıyla Mersin.
Otuz yedi yılda yazılan otuz bir kitap.
Ve gerisi…
Büyükler etiketlenir.
O, “ane”dir. Nokta.
O, “büyükane”dir. Daha da kuvetli bir nokta.
Aynı anlayış, “baba” ve “dede”ler için de geçerlidir.
Onların daha başka varlıklar olabilecekleri aklı¬mızın ucundan bile geçmez.
Bilmeyiz.
Merak etmeyiz.
Sormayız.
Oysa onlar da bir zamanlar gençtiler.
Onlar da âşık oldular.
Sevdiler, sevildiler ya da sevilmediler.
Umutları, sevinçleri, düş kırıklıklarını yaşadılar.
Neden sonra, yani yılar sonra, onların da kendile¬rince hayatlar yaşamış olabileceklerinin farkına varı¬rız ve. merak ederiz.
Ama çok geçtir.
Çünkü artık yoktur onlar.
Keşke sorsaydım, dersiniz.
Onları hiç tanıyamadım, dersiniz.
İşte torunlarımın bu genç yaşlarında merakı ve soruları beni bu açıdan çok duygulandırmıştı.
Özelikle de Maya, hayatımla ilgili pek çok öykü anlatırmıştı, bir araya geldiğimiz zamanlarda.
Ve bir gün Amy, “Bütün bu anlatıklarını yazsa¬na aneane,” dedi. Lydia hemen Amy’yi destekledi: “Evet, bence de bunları yazmalısın.”
“İlahi,” dedim, “Ben ne Madam Curie gibi bir bi¬lim kadını ne de Halide Edip gibi bir kahramanım.”
“Ama senin de ilginç bir hayatın olmuş, üstelik anlatıkların çok eğlenceli.”
“Bakın,” dedim, “Geçenlerde internete muzip bir yazı okudum, hayatını yazanları düşündürebilecek.
“Hayat bir masal gibi başlar,
"Yaşlandıkça roman olur,
"Anlatıkça fıkra.
"Sonuç mu? Hepsi hikâye…”
Gülüştük hep birlikte.
Sonra Maya’dan son söz.
“Ama seninki güzel bir hikâye.”
“Öyle diyorsanız, öyledir,” dedim.
Ve aldım kalemi elime.